Sayfalar

31 Aralık 2010 Cuma

İnternette Anket Manyaklığı

Bu blogda olduğunuza göre internette haber okuyan(en azından zaman zaman) biri olduğunuzu düşünüyorum ve yazımda sizinde "aaa evet" diyeceğiniz yerler olduğundan eminim. İnternet haberciliğiyle ne kadar ilgili olduğunuz aslında bu yazıyı ne kadar içten okuduğunuzu etkileyecek en önemli faktör.

Günlük haberleri internetten okumayı sevmem, alırım gazetemi çayımı okurum haberleri diyorsanız sorun yok, benim söyleyeceklerimle çok fazla karşılaşmamışsınız demektir. Çünkü gazeteler bir gün önceden hazırlanır o gün ne olup bitmişse belli saate kadar kağıda basılır ve dağıtıma çıkar. Yani gün içerisinde gündemi etkileyecek herhangi bir olayın vuku bulmasıyla gazete güncellenmez. Geleneksel medyanında gereksiz işlere alet edildiği olmuyor mu oluyor tabi ki ama internet haberciliği kadar olması imkansız görünüyor şimdilik.

Yapılan saçma haberleri manken model galerilerini bir haber sitesinin haber sitesinden çok magazin bülteni gibi olmasını geçtim son zamanlarda birçok internet haber servisinin kullandığı anket metodu amacından oldukça uzaklaşmış görünüyor. Bazı haber siteleri varki (ısrar etmeyin isim vermeyeceğim:) uçan kuşun hangi tarafa uçtuğundan suyun neden renksiz olduğuna kadar birçok gerekli gereksiz(daha çok gereksiz)konuyla ilgili anket koyuyorlar. Hele spor siteleri yok mu arkadaş, bir takım yenilmesin bir futbolcu alınmasın anında anketler anasayfada.

  • GS neden başarısız? Yönetim mi? Futbolcu mu? Antrenör mü?
  • Almeida BJK'de başarılı olur mu?
  • Bursaspor bu senede şampiyon olur mu?

Yakında görmemiz muhtemel anketlerdende bahsedeyim size;

  • Sercan Yıldırım attığı golden sonra eliyle yaptığı "E" işaretini harfini kime yaptı? Annesine? Sevgilisine?
  • Arda Sinem'e kaç kişilik sinema kapattı? 100? 200? 300?
  • Kır atın yanında duran, Huyundan? Suyundan? Vs...
Bunun ortaya çıkmasında birkaç neden görüyorum;
  1. İnternetin güncellenebilir yapısı,
  1. Geleneksel medyadaki tiraj derdinin internet haberciliğinde tıklama sayısı olması.

Olaya farklı açıdan bakarsak bu tür uygulamalar rağbet görmese sanırım bu derece kullanılmazdı. İnternet kullanıcısının faydalı içerik seçme sorunu olup olmadığıda bunun üzerine konuşulabilir...

Konuya dönecek olursak bir site(haber veya spor) her türlü içeriği koymakta özgürdür ama kullanıcının düşüncesini önemsiyorsa bunları değerlendirmelidir. Bu konuda benim düşüncem budur ve benim gibi düşünen birçok internet kullanıcısının olduğunuda biliyoruz. Anket olacaksa ve milyonlarca olacaksa bir kenarda köşede anket bölümü olsun ve bütün anketler orada toplansın. Ben anasayfada bulunan haber bandındaki 5 haberden 4ünün anket olduğunu görünce o sitenin benim gözümde kredisi azalıyor.

Web girişimcilerinden duyduğumuz en önemli tüyolardan biriside "siteye gelen ziyaretçiyi tutmak çok önemlidir, ziyaretçi eğer siteden 2 defa olumsuz ayrılmışsa o kullanıcıyı kaybetmişsin demektir" cümlesidir. Benden söylemesi....

Görüşmek üzere...





Fatih Tuna ÇETİNHAN

26 Aralık 2010 Pazar

e-tohum Kampı - 25 Kasım 2010

2010'un son günlerine girilirken yılın son e-tohum kampına katılma fırsatını kaçırmadım ve cumartesi günü Levent'te Microsoft'taydım. Öğleden önceki sunumları kaçırmış olsamda katıldığım sunumlar gerçekten çok güzeldi. Zaten öğleden sonraki ilk sunumu bir üniversite rektörünün yapacak olması beni oldukça heyecanlandırdı ve garip bir merak içindeydim. Çünkü bizim bildiğimiz rektörler bu tür etkinliklere katılcak tarzda rektörler değildir, onlar bu tür organizasyonları desteklemezler, önemsemezler, hatta tavsiye etmezler. Onlar daha büyük icraat peşindedirler. Zaten onların icraatları yüzünden etkinlikten etkinliğe koşturuyoruz değil mi?

Neyse Özyeğin Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Erhan Erkut'un sunumuna geçip aklımda kalanlardan bahsedeyim. Öncelikle akıcı, etklileyici ve dinleyiciyi ayakta tutan bir hitabeti var, çok hoşuma gitti. Açıkça söylemeliyim ki Özyeğin Üniversitesi beklediğimden daha iyi ve kaliteli bir üniversite.
Kendisinin girişimcilikle alakasından, ilgisinden, bir akademisyen olarak bu konuya bakış açısından bahsetti. "Üniversite"nin nasıl ortaya çıktığına değindi;
  • Bilgi sahibi olanların olmayanlara bilgilerini aktaracağı bir yapı olarak ortaya çıktı,
  • Otorite ilk başlarda kilisedeyken devlete doğru kaymaya başladı,
  • Bugünkü üniversite yapısının(rektör, mütevelli heyeti, öğretim görevlisi) temelleri 1800'lü yıllarda atıldı,
  • Bir ülkede girişimciliğin olması için üniversitenin olması gerektiğini söyledi,
  • Amerika'da Silikon Vadisi'nin Stamford'la ortaya çıkması gibi farklı ülkeler için üniversite-girişimcilik örnekleriyle açıklamasını doğruladı,
  • Bunun ekonomik büyümeyle orantısından bahsetti ve MIT'nin dünyanın en büyük 2. ekonomisi olduğunu öğrendik(yanlışım varsa düzeltin) Evet MIT kadar ekonomimiz yok,
  • Türk insanının garantici, risk alamayan yapısının girişimcilik için en büyük engel olduğunu, ama ülkede ciddi bir potansiyel olduğunu söyledi. Kısacası "imkansız değil ama çok işimiz var" dedi.
En çok dikkatimi çeken kısımsa Özyeğin Üniversitesi olarak girişimcilik adına yaptıklarından bahsettiği kısımdı;
  • Üniversite bünyesinde kurdukları "Girişimcilik Merkezi"nde girişimciler için sağladıkları ofis, internet, telefon, database imkanları,
  • Üniversitenin kütüphanesinden yararlanma ve yemek imkanları,
  • Girişimcinin kendisini eksik hissettiği bir konuyla ilgili üniversite bünyesindeki derslerden faydalanma imkanı. Mesela finans konusundaki bilginiz yeterli değil, finans derslerine girip bu açığınızı kapatabiliyorsunuz,
  • Girişimcilik Merkezi'nin direkötründen mentörlük desteği(iş planınız ve iş modeliniz konusunda karşılaştığınız zorluklarda size yardım edebilecek bir uzman var)
Bütün bunlardan yararlanmak için Özyeğin Üni. öğrrencisi olmanıza gerek yok, herkes bundan faydalanabilir. Yani "free for all". Yapmanız gereken sadece proje fikrinizin olması ve bunu yönetim kuruluna iyi sunup, kurulu fikrin olabilirliğine ikna etmeniz.

Üniversite girişimciden hiç birşey beklemiyor değil tabi. Girişim exit notasına ulaştığı zaman, yani kurumsallığa geçme aşamasında belli bir oran karşılık istiyor ama bunu tam olarak hatırlayamadım(Bilen varsa mutlaka eklesin!)


Bir girişimci için çok iyi bir fırsat diye düşünüyorum. Özyeğin Üniversitesi'ni ve rektörünü tebrik etmek gerek. Onun da dediği gibi umarım bu çalışmaları diğer üniversiteler için örnek olur ve akademik alanda öğrenciler için girişimcilik altyapısı oluşur.
Erhan Erkut'tan sonra Infomag kurucusu Serdar Turan,
  • Infomag'ın kuruluş hikayesinden,
  • Türkiye'nin 2. büyük dergi yayıncısı olana kadarki süreçten,
  • Bulundukları sektörün yeniliği, teknolojiyi takip etmeyi gerektirdiği için sektörde tutunmanın zor olduğundan,
  • Şirketin çıkış noktasının Business Week'in Türkiye'deki yayın hakkını almaları olduğundan,
  • Amerika'ya gidip görüşme yapacak kadar paralarının olmadığı bir zamanda zor şartlarda gidip yayın hakkını aldıklarından ve sıkıntılı bir süreçten sonra bu noktaya geldiklerinden,
bahsetti...

Girişmciler için ders gibi bir sunumdu adeta...

Hızlıal'ın genel müdürü Oktay Yılmaz'ın değindiği noktalar;
  • E-ticaret sektörünün zorluğu ve çalışma prensipleri,
  • Sanal mağazacılıkla gerçek mağazacılığın beraber yürümesinin zorluğu,
  • E-ticaret sektöründe müşteri memnuniyetinin önemi ve bunu kazanmanın zorluğu,
  • E-ticaret sektöründe patlamanın internetin Doğu'da yayılmasıyla olacağına inanması,
  • Kalifiye eleman eksiliği.
Bu sunumda e-ticaretin tahmin ettiğim kadar kolay olmadığını gördüm. Eticaret düşünenler bir kere daha düşünsün derim.

Günün son sunumuysa Project House'un ortaklarından Serhat ve Sinan Bey'indi. Aldığım notlardan bazıları;
  • Project House biri yabancı olmak üzere 5 ortaklı bir dijital reklam ajansı,
  • Girişmciler için sabah erken başlayan ve akşamın geç saatlerinde biten bir mesai saati söz konusu,
  • Bir ortakla işe başlamak çok zor ve mantalitelerin uyuşması çok önemli,
  • Siz siz olun reklam ajansı kurmayı düşünmeyin!
2010'un son etohum kampı da böyle geçti. Burak Büyükdemir'e ve emeği geçenlere teşekkürler.

Görüşmek üzere...





Fatih Tuna ÇETİNHAN

20 Aralık 2010 Pazartesi

Soner Bakkal'ın Pazarlama Hataları

Mahallede 5.yılıma girdim, doğal olarakta 5 yıldır aynı yolları yürüyor, aynı esnafla selamlaşıyorum. Mahallenin gece 12'den sonra tekin olmaması dışında henüz mahalle sakinleriyle ciddi bir problem yaşamış değilim.

Sizle paylaşmak istediğim, problem değil de daha çok hemen yanımızdaki bakkal Soner'le 1.5-2 yıldır yaşadığım garip iletişimsizlik. Evet iletişimsizlik çünkü ne zamanki bakkal Soner artık kendisinden alışveriş yapmayacağımı anladı ondan sonra bana verdiği selam şekli değişti, beni görünce bir umursamazlık halleri, içten içe bir tripler, anlayın işte...

Belli bir süre arkadaşlarla sık alışveriş yaptığımız, yaptık mı da koca koca poşetlerle dükkanından çıktığımız bakkaldı Soner. Hatta yurttan da epey müşterisi vardı. Belki bu tercihimiz ne Soner'in kişiliğinden ne de fiyatların cazip olmasındandı. Yurda en yakın bakkal olmasıydı bizi her gün oraya götüren. Daha sonraları abur cubura giden paranın öle böle olmadığına karar verdik ve farklı bakkallara da uğramaya başladık. Sonra dedikki yok arkadaş Soner bizim paramızı hak edecek kadar iyi değil, neden mi?

  • Ürünleri diğer bakkal, marketlere göre 25, 30 kr daha fazladır,
  • Bakkala girince TV'den müşteriye başını çevirmiyor, ilgi alaka 0(sıfır)(Allahtan selamımızı alıyor)
  • Ürün çeşitliliği konusunda umursamaz(Defalarca istediğimiz bir meyve suyundan birkaç tane koy be arkadaş, ölmezsin)
  • Kuruyemişleri olması gerektiği kadar taze olmuyor(du!)
Hal böyle olunca biz yamacımızdaki Soner'den değil de 10m ilerdeki marketten alışveriş yapmaya başladık. Bizim bu kararımız yurttakilerin tamamını etkilemediyse de 150 kişinin 50sini kaybetmek bile Soner için büyük kayıptır. Sizinde tahmin edeceğiniz gibi bu halden memnun olmadığını düşündüğüm Soner de yoldan gelip geçerken bize daha soğuk, daha umursamaz davranıyor haliyle. Hele bir de marketten elimizde poşetle çıkmışsak vay arkadaş yandık!

Bize kızıp somurtacağına, tavır yapacağına bunlar neden benden alışveriş yaparken üstüme gül kokladılar diye düşünmez mi insan anlamıyorum? "Küstüm, oynamıyorum" yerine esnaflığındaki, ticaretindeki eksikleri hataları düşünüp kendine çeki düzen versene be adam! Senden teknolojik, asortik, sinerjik, astronomik şeyler beklemiyoruzki.

Amacım Soner'e buradan laf sokmak, içimi dökmek veya arkasından konuşmak değil ama her alışveriş merkezi açıldığında ağzına ne gelirse söyleyen esnaflarımızın kendilerini tartıya koyduktan sonra haklarını aramaları daha mantıklı geliyor bana. Esnaf müşteriyi kazanmasını bilmeli arkadaş, yoksa yolunu değiştiren müşteriyi ağzınla kuş tutsan çekemezsin tezgahına... Sen müşteriyi çekmek için elinden geleni yapıyor musun, o zaman bende seni destekliyorum. Yoksa ne grosmarkete gitmeme bişey deme hakkın var ne de alışveriş merkezine...

15 Aralık 2010 Çarşamba

İnternette Beklenen Patlama

Kapağında "İnternet Bilmecesi" başlığını ve Arda Kutsal'ı görünce hemen aldığım Forbes Ekim sayısından esinlenerek ve alıntılar yaparak internette beklenen, internet uzmanlarının dilinden düşürmediği beklenen 2. dalgadan bahsetmek istiyorum. Ekimde yayınlanan dergiden Aralık'ta mı bahsedilir derseniz, bence bahsedilir çünkü patlama hala yaşanmadı:)


Arda Kutsal, konuyla ilgili yazıya Webrazzi'nin hikayesiyle başlıyor. Webrazzi'nin aylık 50bin TL getirdiğinden, ismin nasıl ortaya çıktığından, gelişim sürecinden bahsediyor. Webrazzi beklenen 2. patlamanın en parlak oyuncuları arasında gösterilmiş dergi tarafından.

İnternetten para kazanan farklı girişim örneklerine de yer verilmiş;


Dergi, Türkiye internet dünyası "altın çağı"nın arefesinde bulunuyor diye müjdeyi veriyor ve gerekçeleri şu şekilde sıralamış;

  • ADSL geldi, bağlantı hızı arttı,
  • Ödeme sistemleri gelişti,
  • Yeni kuşak kredi kartı sahibi ve para harcayan müşteri haline geldi,
  • İnternet abone sayısı ciddi ivmeyle artıyor,
  • Son dönemde özel alışveriş ve toplu satın alma sektöründe patlama yaşanıyor,
  • Türkiye Avrupa genelinde-Rusya hariç- en hızlı büyüyen pazar,
  • ITIF(The Information Technology and Innovation Foundation) raporuna göre Türkiye 2011'de Hindistan'ın ardından Çin'le beraber dünyanın en çabuk büyüyen 2. e-ticaret pazarı olacak,
  • Son dönemde parlayan internet şirketlerine yabancı yatırımcıların ilgisi arttı(2006'dan bu yana 73 internet girişimi yatırım aldı)

Son maddeyi destekler nitelikte yabancı yatırımcıların Türkiye'nin internet durumuyla ilgili övgü dolu sözlerinden ve ilgilerinden bahsediyor. Bu ilgiyide Türkiye'nin ABD ve Avrupa'ya nazaran bakir bir pazar olmasına ve şirketlerin şimdilik ucuz olmasına bağlamış.

2000'li yıllara girilirken Türkiye'nin dev holdinglerinin internetin cazibesine kapılarak yaptıkları önemli yatırımların şu anda olduğu gibi yüksek beklentilerden kaynaklandığına değinilmiş. Bununla beraber o dönemdeki büyük beklentinin küçük girişimleri tetiklemesi de, içerisinde bulunduğumuz evrenin o döneme benzerliğini gösteriyor.

Tabi 2000'deki krizde birçok firmanın kapıya kilit vurduğu gibi, bu beklentinin balon olup patlamayacağının garantisi yok. E-ticaret sistemindeki hukuki, teknik problemlerin varlığından da bahsedilmiş.

Türkiye'de girişimcilere destek veren firma ve oluşumların önemine de değinilmiş. Bu konu içerisinde etohum ve Burak Büyükdemir'den de bahsedilmiş. Burak Büyükdemir'in organizasyonlarından, etohumun girişimcilere sağladığı desteğe vurgu yapılmış. Filizlenen birkaç tohum örneğide var dergide; Grupanya, Pabbuc, HangiUniversite, OrtaKantin, KarnıYarık, Anneysen, EvimizinHerşeyi...

İnternetin kurtları bunlardan bahsediyorlar. Bu işin etinden sütünden faydalananlar girişimci adaylarına "artık bekleme zamanı değil, girişim zamanı!" diyor açıkçası. İstatistikler de bunu kuvvetle destekliyor. Bu hızlı büyümenin kalıcı, yıkılması zor bir sektör oluşturması için internet kullanıcılarının beklentilerini karşılayacak iş fikirlerinin pazarda yerini alması gerek. Yoksa pastayı kurda kuşa teslim edeceğiz. Haberimiz ola...

Yararlı olması dileğiyle... Görüşmek üzere...





Fatih Tuna ÇETİNHAN

25 Kasım 2010 Perşembe

Gazete Devrimi

Biz Türkler için gazetenin ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Gazeteden kastım isimler değil yayınlar yani sabah elimize aldığımız, spor sayfalarından başlayarak sayfalarını geriye doğru çevirdiğimiz 3üncü sayfa haberleriyle meşhur kağıt topluluğu işte.

Bizim için haberleri, köşe yazılarını o kağıtlardan okumanın keyfi ayrı değil mi sizcede? Açıkçası benim için haberleri özellikle köşe yazılarını internetten okumakla gazeteden okumak çok farklı. Teknoloji çok hızlı gelişiyor, gazetelerin internet siteleri mobil servisleri çıkıyor ama ben daha uzunca bir süre haberleri o kağıt baskıdan takip etmek isteyecek büyük bir kitle olacağına inanıyorum. En azından şu anda bu kitlenin mevcut olması benim bu yazıyı yazmam için geçerli sebeptir.

Yazıdan önce herhangi bir araştırma, kamu oyu yoklaması yapmadım ama bana katılacak insanlar olabileceğini düşünüyorum ve artık gazetelerin fiziksel devrime gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten içerik olarak, görüş olarak, tarafsızlık olarak devrime gitmeleri imkansıza yakın olduğu için şu anda derdimiz fiziksel devrim. Fiziksel devrimden 2 şeyi kastediyorum; gazete kağıdı ve gazete boyutu.

Artık elime gazete aldığım zaman 5 dk içerisinde gazetedeki haberlerin elime geçmesini istemiyorum. Arkadaş ben o gazeteyi içerisindeki haberleriyle sevdim, kalsın orda, oradan okumak istiyorum. Hangi çağda yaşıyoruz. Bu kağıdın alternatifi yok mu? Kuşe kağıt olmak zorunda değil, şu anda kullanılan kağıtlardan daha iyi bir alternatif olduğuna eminim. Habertürk okumuyorum ama kağıt kalitesi iyi gibi (iç sayfalarıda dışı gibi mi bilmiyorum)

Diğer noktada Habertürk ve Radikal gazetelerinin stratejilerini destekliyorum ve diğer gazetelerin de bu değişime gitmeleri gerektiğini düşünüyorum. Şu anda gazetelerimiz oldukça büyük. Bu konuda-alışkanlıktan olsa gerek- benim gibi düşünmeyen birçok insan var ama bence Habertürk ve Radikal gazetelerinin boyutları çok ideal ve kullanımı daha kolay.
Gazete okumayı seven bir milletiz, keyif çayının yanında gazetemiz eksik olmaz ama gazete okurken elimiz renk değiştirmese, kullanımı daha kolay olsa fena mı olur? Gazete tercihlerimizi boyuta ve kağıt kalitesine göre değil de yazar, içerik kalitesine göre yapmamız gerekmez mi? Bir gün olacak diye bekliyoruz, bakalım...

Görüşmek üzere...

2 Kasım 2010 Salı

Gerçek İstanbullu

Hep tartışma konusu olmuştur "nerelisin?" sorusunun cevabı. Kimine göre "doğduğun yer değil doyduğun yer"dir, kimine göreyse "babanın memleketi"dir. Göreceli bir konu olduğunu kabul etmeliyiz ama ben ikisinden birisinin eksik olmasını gerçek Antalyalı, gerçek Manisalı, gerçek Bayburtlu, gerçek İstanbullu demeye mani bir neden olarak görüyorum. Çünkü birkaç kuşaktan gelen bağlılığı sonradan gelip 5, 10, 15, 20 yıl havasını soluyarak hissedemezsiniz. Bunun gibi oranın kültürünü, havasını, suyunu benimsemek, bunlarla bütünleşmek de orada doğmakla olacak birşey değildir. Niceleri vardır ki sonradan gelir senden daha fazla sahip çıkar memleketine, senden daha fazla oralı olduğunu düşünür, dağdan gelir bağdakini kovar valla, karışmam...

Bugünün(02.11.2010) Milliyeti'nde de "Gerçek İstanbullu Kim?" başlıklı bir habere rastladım. Haber İstanbul Life dergisinin bu soruyu İstanbul'dan ilham alan aydınlara sormasını konu almış. İşte yazarların, akademisyenlerin soruya cevapları;

Herkes yabancıdır
- Oya Baydar (Yazar): “Bu şehirde herkes, şehrin ilk kuruluşundan beri uzaklardan gelmiş yabancıdır. Şehir onu kendi potasında eritir, birkaç kuşak sonra da kendi aynasında yansıtır. Binlerce yıl boyunca, her kuşak yeni gelenlere bakıp ‘İstanbul’da İstanbullu kalmadı‘ diye şikâyet eder kendi yabancılığını unutup. Oysa hepsi İstanbulludur artık... İstanbul değişimdir; ama tıpkı ebrunun renklerinin suda sürekli devinim halinde değişmesi, her devinimde yeni bir ahenk yaratması gibidir İstanbul’da değişim. Öz hep aynı kalır. İstanbul mucizesi de budur zaten.”

Memleket kadar
-Hakkı Devrim (Gazeteci): “Kızıltopraklıyla Karagümrüklü aynı İstanbullu değil. İstanbul nerdeyse memleket kadar bir şehir. İstanbul’da doğup büyümüş herkesi gerçek İstanbullu olarak kabul edelim öyleyse, derim ama İstanbul’un semtlerini ve semtler arasındaki farklılığın da unutulmaması gerekir.”

Kesin tarif zor
-Prof. Dr. Nilüfer Narlı (Sosyolog): “Gerçek İstanbullu en az iki nesil İstanbul’da doğmuş ve büyümüş birisine diyebiliriz. İstanbul’un tanımındaki değişiklik, İstanbul’un artık kültürel bir kent olmasıdır. İstanbul’da çeşitlilik arttığı için İstanbullunun da kesin bir tarifinin yapılması çok zor.”

Ruhunu anlayanlar
- Elif Şafak(Yazar): “Gerçek İstanbullu bu şehri yürekten severek yaşayan, hikâyelerine, tarihine, ruhuna kıymet veren ve özen gösteren herkese denir. Benim için İstanbullu demek, öyle ailesi beş göbektir İstanbul’da yaşayan ya da çocukluğu burada geçen insan demek değildir illa. Ben bu şehre sonradan gelip de, aşkla tutkuyla bağlanan çok insan biliyorum. Onlar da İstanbullu. Bu şehrin ruhunu ve ritmini anlayan, hisseden ve sahiplenen herkes İstanbullu.”

Birçok kültürlülük
- Prof. Dr. Osman Senemoğlu (GS Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı): “İstanbul yaşamının temeli ‘sevgi, saygı, hoşgörü, terbiye’ kavramlarına dayalı tarihsel bir çok kültürlülüktü. Bugün İstanbul’da hoyratça yaşanıyor. Bugün İstanbul’da İstanbullu olmamakla övünen bunu bir gururlanma kaynağı sanan kitleler yaşıyor.”

Görüşler bu şekilde, yoruma açık... Sizin için gerçek İstanbullu kim? Bu konu netleşsin artık, yeter!!

Görüşmek üzere...




kaynak:Milliyet

26 Ekim 2010 Salı

İçsel Mutluluk

3 hafta sonra ilk defa girdim "Ethics in Engineering and Science" dersine. Ders seçmeli olduğu için biraz da cumaya kadar olan yoğunluktan dolayı bir türlü derse girememiştim, çünkü öğlene kadar uyumaktan alamıyordum kendimi. Geçen hafta almayı başardım.

Dersin hocasının çok iyi olduğunu ve her derse alanında uzman kişileri getirdiğini duymuştum. İlk dersimde bana bir meditasyoncu denk geldi, şansa bak. Ama derse girdiğimde açıkçası adamın meditasyoncu olduğunu düşünmemiştim, çünkü tahtaya ismini yazmış altına da "Personal Development Trainer" yazmıştı. Bu ünvandan öyle bir sıfatı çıkarmam uzaktı. Bir eğitim kurumunda seminerler, dersler veriyormuş. Herneyse ders bir nefes egzersiziyle başladı. Dik pozisyonda ağızdan nefes alıp ağızdan nefes verdik hızlı hızlı. Bu egzersiz insanın ömrünü uzatıyormuş, birçok hastalığa da iyi geliyormuş, günde 2 defa yapılması gerekiyormuş. Bunlar doğru mu bilmiyorum ama rahatlatıyor gerçekten.


Daha sonra misafir Trainerımızın talimatlarıyla gözlerimizi kapadık, dik durduk söylediklerini yaptık, huzura doğru yola çıktık:) Trainerımızın terapi sırasında motive amaçlı kullandığı cümlelerden birkaçı şöyleydi;

-Ben sevgiyim, ben huzurum,
-Ben kainatta yaratılmış herşeyin kaynağıyım, ben ruhum,
-Ben kendi dünyamın yaratıcısıyım vs...

Çok cesur biri olduğunu düşündüm ben, yorum sizin...

Genelde, içimizde bir öz, bir ışık olduğundan bahsetti ve kimi için tanrı, kimi için Allah, kimi için Buda, kimi için şu, kimi için bu, olan varlıkların bu içimizdeki öz olduğunu söyledi. Sonsuz mutluluk için bu öze, özvarlığımıza yönelmeliymişiz. Önemli olan içsel mutluluk, içsel huzurmuş. Bu noktaya ulaştığımız zaman bu özümüz maddi manevi herşeyi yaratabilirmiş.

Buna paralel yaşanmış bir olayı anlattı ve sonuç olarak olayın kahramanının vücüdunda herhangi bir müdahele olmadan yılan zehri ürettiğine geldi. Bunun da söylediği teze kanıt olduğunu iddia etti. Ya bu adam vücüdunda ürettiği zehri salgılayan bir yılan tarafından daha önce sokulmuşsa veya bunun öncesinde bunu tetikleyecek kimyasal reaksiyonlar geçirmişse veya başka muhtemel sebepler?? Bunlar artaştırılmış mı biliyor musunuz?

-Yok bilmiyorum....

Sınıfta aşağı yukarı 6-7 kişiydik ve konuşma ilerledikçe diyaloga döndü. Sınıftan bunlara katılanlar, katılmayanlar, soru yağmuruna tutanlar oldu. Misafirimizse birkaç soruda bocaladıktan sonra konuşmanın sonunda sorularımızı sormamızı istedi, devam etti...

Bilimin cahillik olduğuna, uğraşmaya, araştırmaya değer birşey olmadığına inandıklarını, araştırdığı tek şeyin kendisi, içindeki özü olduğunu söyledi. İnsanın madde olmadığını, aslında doğmadığını ve asla ölmeyeceğini söyledi. Bilime inanmadığı için bilimsel sorularımıza cevap vermeyi tercih etmedi. Zaman zaman Kur'an-ı Kerim'den, İncil'den de alıntılar yaptı.

Dedim ya kendisinden başka araştırmaya değer birşey görmüyorlar, bunun yanında insanoğlunun herhangi bir rehbere hatta peygambere ihtiyacı olmadığını, eğer günah diye birşey varsa buna inanmanın günah olduğunu söyledi. Bizimle paylaştığı birikimlerinin ve ulaştığı noktanın sadece kendi hayat tecrübesinden ibaret olduğunu söyledi. Konuşmanın sonuna doğru arkadaşlardan birisinin "daha önce hiç karşılaşmadığınız, tecrübe etmediğiniz bir durumla karşılaştığınız zaman danıştığınız, bilgi aldığınız daha üst mertebede birileri yok mu?" sorusuna, dünyada bilimin ve insnaların büyük kısmının bigisini kabul ettiği 4-5 kişinin olduğunu söyledi ve bunlardan yardım aldıklarını söyledi. Peygamberlere gerek yok ama Hindistan'daki Trainerları rehber edinebiliriz yani?

Ahlak kurallarının hiçbir kimse tarafından belirlenemeyeceğini, insanların ahlak kurallarını kendi özünde belirlemesi gerektiğini söyledi. Mesela senin kuralının gerektirdiklerine göre arkadaşına bir iyilik yaptığın zaman bu hareketinin devamında ona zarar gelecekse bunu sen düşünmeyecekmişsin, sadece kurallarının gerektirdiğini yapacakmışsın. Huzura ancak bu şekilde ulaşabilirmişsin.

Her insana eşit davranmalı, profesörle hademe gözünde eşit olmalıymış, hiç bir faktör bunu değiştirememeliymiş. Anlamadığım noktaysa bu çizgide yürüyen birisi nasıl parayla seminer düzenliyor, ders veriyor? Samimi olduğunu sorgulamaz mı insan?

Ve bu yolda olabildiğince gündemden, haberlerden, insani etkileşimlerden uzak kalmalıymışsın, çünkü bunlar senin düşüncelerini, ahlak kurallarını etkiler ve seni çizginden saptırırmış. Kendisi 4-5 seneye kadar gündemle, siyasetle uğraşsa da yaptığı yanlışın farkına varmış ve artık bunların hepsini bir kenara koymuş. Anlamadığım nokta bu derece gündemden, boş olarak gördüğün şeylerden uzaksın nasıl yatırım danışmanlığı yapıyorsun, tarımla ticaretle uğraşıyorsun?

Misafirimizin konuşmasını eleştirme amaçlı bir yazı gibi görünse de sadece kafama takılan soruları sizinle paylaşmak istedim. Derste eğitimcimizin dediği herşeyi yaptım ve dediği herşeyi istisnasız uyguladım. Doğrusunu söylemek gerekirse dersten zevk aldım ve farklı düşünenlerin saygı çerçevesinde seslerini bile yükseltmeden gerçekleştirdiği güzel bir söyleşi oldu. Ders sonunda sınıfta kalan arkadaşlarla halka yapıp elele tutuştuk, bir meditasyon yaptık :) Çok eğlendik...

Herkes istediğin düşünmekte özgür tabiki ama bilgilerimizi paylaşıp, açıklarımızı kapatmamız, birbirimize yardımcı olmamız, sonsuz olmasa da biraz olsun mutlu olmamızı sağlar:)

Görüşmek üzere...

18 Ekim 2010 Pazartesi

e-tohum Kampı - 16 Ekim 2010


16 Ekim 2010 Cumartesi günü etohum toplantısı için Microsoft Türkiye'deydik. Etkinliğe yarıdan itibaren dahil oldum ama Yenisahra'dan çıkıp Levent'e koşturmama değdi yalan yok. Benim katıldığım bölümde kullanıcısı olduğum markafoni.com'un kurucularından Tolga Tatari ve Arıkan Hukuk Bürosu'ndan Av. Ali Arıkan konuştular.

Ali Bey kendisinin de söylediği gibi aslında bizlere sıkıcı gelen konuları, güçlü ve vurgulu konuşmasıyla ilgi çekici hale getirdi. Anonim ve Limited şirketin farkından tutun da hisse alım satım işlemlerinde dikkat edilmesi gereken noktalara kadar birçok konudan bahsetti. Sizin için öğrendiklerimden kısaca bahsetmek istiyorum;
-Şahıs şirketinin limited şirkete dönüşümesi diye birşey yokmuş, limited şirketi baştan kurulurmuş,
-Anonim şirketleri vergi yönünden limited şirketlere göre daha avantajlıymış,
-Limited şirketlerde hisse alım satımı için notere gitmek gerekiyormuş fakat anonim şirkette kağıt üzerinde herşey hallolabiliyormuş,
-Hisse alım satımında ortağa bağlılık söz konusuymuş, mesela ortaklardan biri hissesini satmak istiyor, eğer hisse için istediği meblağı diğer ortak veriyorsa, satın alma önceliği ondaymış (bu maddeyi yanlış hatırlıyor olabilirim, hatalıysam düzeltin lütfen!)

Tolga Tatari'nin sunumu da oldukça ilgi çekiciydi. Dinleyicilerin çoğunun girişimci veya girişimci adayı olmasının da bunda etkisi büyüktü sanırım. Genelde sorular markafoni'nin ortaya çıkış süreci, patlama noktasının sırları, ışığı görmesinin ardında yatan parametreler üzerine oldu.

Bu sunumdan;
-Marakafoni'nin 3 ortağı olduğunu, bunlardan birinin Sina Afra olduğunu ve bu ortakların başka girişimlerinin de olduğunu,
-Başlangıç aşamasında facebook dahil birçok formatı incelediklerini, Türk internet kullanıcısı için en uygun formatı bulmak için ince eleyip sık dokuduklarını,
-Sitede ilk satışı bir gözlük markasıyla yaptıklarını ve 4 adet gözlük sattıklarını(alıcıların hepsi kurucular),
-Sitenin davetle kullanıcı almasının insanlarda merak uyandırdığını, markafoni'yi kapalı kutu yaptığını ve bu sayede tutulduklarını,
-Grupfoni'nin hızlı yükselişinde markafoni'nin etkisinin büyük olduğunu,
-Türkiye'de alışveriş sitelerine yapılan iadelerin yurtdışındaki orana göre çok daha düşük olduğunu, bunda insanımızın "olmazsa bir yakınıma hediye ederim" mantığının etkili olduğunu

öğrendim.

Ayrıca Tolga Bey girişimcilere şiddetle şu tavsiyelerde bulundu;
-Aceleci olmayın, sabredin,

-Az parayla idare etmeyi öğrenin, burun sürtülme süreci mutlaka olacaktır,

-Gerçekçi olun...

Girişimciler ve girişimci adayları için güzel bir etkinlik oldu. Özellikle Ali Bey'in sunumundan sonra şirket kurmanın, işleri ticari hukuka uydurmanın, sözleşme hazırlamanın hiçte kolay olmadığını gördüm. Ciddi birikim lazım.

Etkinlik sonunda da alirkenbak.com'un kurucusu Doruk'la tanıştım, ayaküstü sohbet ettik. Siteyi bir arkadaşıyla kurmuşlar, heyecanlılar tabiki. Girişimlerinde başarılar diliyorum. Umarım daha iyi yerlerde görürüz.

Etkinlik için tüm konuşmacılara ve Burak Büyükdemir'e teşekkür edriz.

Umarım yararlı bir yazı olmuştur...

Görüşmek üzere.

15 Ekim 2010 Cuma

32. KITALARARASI İSTANBUL AVRASYA MARATONU

1979'dan bu yana aralıksız devam eden bir gelenek Avrasya Maratonu. Bu geleneğin ilk galibi de 2:35:39´luk derecesiyle Zonguldaklı atlet Hasan Saylan olmuş 79'da. Maratonun nasıl, hangi şartlarda başladığına kısacası tarihçesine bir göz atın...

Maratona ilk defa iki sene önce katılmıştım. Asya'dan Avrupa'ya ilk yürüyüşümüzü yapmıştık. Çok güzel, eğlenceli olmuştu ama bi daha katılamadım. Geçen gün Kadıköy'de 32.koşu için kayıt yaptırdım ve resimde gördüğünüz numarayla maratonun en iddialı isimlerindenim.

Hava şartlarına bağlı olmak şartıyla eşofmanlarımı giyip pazar sabahın köründe Acıbadem'de olmayı planlıyorum. Senede bir ele geçen bu fırsatı değerlendirmek istiyorum. Madalya için umutluyum.

Haydi Türkiye Avrupa'ya yürüyelim:)

12 Ekim 2010 Salı

Ölümü Düşünmek


Liseden mezuniyetimize yakın bir zaman kala çok sevdiğimiz rehberlik hocamız Mehmet ÇETİN o sene mezun olacak bütün öğrenciler için bir cd hazırlamış ve bunu bizlere dağıtmıştı. Cd de çok güzel slaytlar müzikler vs. vardı ama benim en çok etkilendiğim kısım Can Dündar'ın "Ölümü Düşünmek" yazısıydı. Nefes almadan okumuştum ve çok etkilenmiştim. Ölümü çok iyi hissettiren, adeta sizi tabuta sokan, bazı şeyleri yeniden gözden geçirmenizi sağlayacak harika bir yazı, umarım beğenirsiniz;

Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı... Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde.. Deniyordu ki; "arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün"... Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım... Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum... Ama " kendi ölümümüzü ve cenazemizi " düşünmemiz tavsiye ediliyordu... Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an... Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...

Diyordu ki; " bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi,
dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız... Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın... O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün... Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin... Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın... Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz... Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi... Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini... Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...

Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi
kapatıp aynen düşünmeye başladım... Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine... birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini... hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı... Görüyordum işte "babaaaa..." diye ağlayan biricik oğlumu... Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya çalışıyordu per perişan... Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla... Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını... Kardeşlerim, akrabalarım "çok erken gitti, doyamadı oğluna.."diyordu acıyan ses tonlarıyla... Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı "daha dün birlikteydik, nasıl olur.." diyordu... Bunları seyredip onlara "hayır ölmedim, burdayım.." demek istedim hayal olduğunu unutup... Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın... Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide... Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar...

Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim...
Almam gereken dersi ve mesajı almıştım... Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum... Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum... Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik... Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline... Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı.. Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında... Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde... İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak... Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım... Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin...

Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu...
Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti.. ağlayacaktı aklına geldikçe... Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları... Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu... "Hayal - meyal hatırlıyorum be baba seni... Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle... Bak mezuniyet törenimde de babasızdım... Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine..." diyecek canı yanarak bir köşede... Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum... Nasıl dayanır bensizliğe?... O ki, benim için herşeyini feda edip koşmuştu bana... Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı... Bir daha " Seni seviyorum " diyemeyecekti... Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı... Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne... Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün... Tek cümlesi takıldı o an içime; " Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik ?..."

Babam-annem, o bugüne kadar evlat olarak mutlu
edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar... Helaldi şüphesiz hakları... Bilerek hiç kırmamıştım onları... Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım.... Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak... Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek... Diğerlerine geçmiyorum... Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre "diğerlerine" artık sizler de dahilsiniz... Düşünün, birgün bir mail ulaşıyor mail-boxınıza "ölmüş" diye... Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız... Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi... Oysa ki yazarın amacı " Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini " göstermekti... Benim de öyle... Lafı çok uzattım farkındayım... Ama dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı... Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen yeniden doğdum... Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"... Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim... Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde demişti... Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı...
İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı... Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence... Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim... Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki... Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın... LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN, DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN... Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah'tan başka bilen yok... İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin... Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin... Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın... Ve en önemlisi; VERDİĞİ-VERMEDİĞİ, ALDIĞI-ALMADIĞI HERŞEY İÇİN, TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADANA!

Can Dündar

Görüşmek üzere...

8 Ekim 2010 Cuma

Ankara'daydım

Yazla alakalı yazdığım birkaç yazıdan anlaşılacağı üzere yaklaşık 2 ay kadar Ankara'da kaldım. Bu süre içerisinde tempo oldukça üst seviyedeydi. Son bir haftaya kadar günler benim için sabah 7-8 gibi başlıyor ve akşam 6-7 civarında ancak bitiyordu. Son hafta bu yoğunluktan tamamen boş günlere geçişe bünyem 1lere 2lere kadar uyuyarak tepki verdi. Zaten yaz başında bu derece yoğunluk olacağını biliyordum ama bu kadar yorgun düşeceğimi zannetmemiştim. Kendime, ekstra birşeyler yapmaya daha fazla vakit ayırabilirim diye düşünüyordum. Düşündüğüm kadar olmasada bir daha Ankara'ya gelip bu kadar uzun süre kalabileceğimi zannetmediğim için gezmeyi planladığım yerlerin bir kısmını gezdim, resimler çektim ama ne yalan söyleyeyim gezmediklerim de içimde kaldı.

Ankara'ya ilk geldiğim zamanlarda internette Ankara'da neler yapılabileceği, nerelerin gezilebileceğiyle ilgili farklı forum ve blogları gezerken genelde en çok karşıma çıkan yorumlar şu veya benzeri şekilde oldu;
- Ankara'da yapılabilecek en güzel şey AŞTİ'ye gidip ilk İstanbul otobüsüne bilet almaktır,
- Ankara'ya ilk defa gidenleri uyarıyorum, hayal kırıklığına uğramayın, ANKARA'DA DENİZ YOK!
- A Cafesinde x içip B Cafesinde y yedikten sonra Ankara'da yapacak birşeyiniz kalmamıştır demektir vs.

Bu yorumları göz ardı ettikten sonra kayda değer önerileri dikkate almayı unutmadan bir liste yaptım. Listeden gezdiklerim zaman öncelikelrine göre şu şekilde sıralandı;

1- Roma Hamamı;
Ulus Meydanı'ndan Yıldırım Beyazıt Meydanı'na uzanan Çankırı Caddesi üzerinde, Ulus'tan itibaren yaklaşık 400 metre uzaklıkta bulunuyor. Hamam Binası 1939-1943 yıllarında yapılan kazılarla bütünüyle gün ışığına çıkarılmış.

Girişten biletimi aldıktan sonra hamamın olduğu yere doğru ilerlerken terkedilmiş bir harabeye girer gibi hissettim kendimi. Farklı zamanlarda buraya ne kadar rağbet oluyor bilmiyorum ama ben gittiğim zaman bir Allah'ın kulu yoktu ve sanki uzun süre kimse uğramamış gibiydi. İlginç işlemeli, taşların, heykelciklerin etrafı yabani otlarla sarılmış, zarar vermeye müsait bir şekilde korumasızdı. Art niyetli birisi gelip çok rahat bu taşlara zarar verebilir, hatta alıp götürse kimse nerede bu taş diye sormaz gibiydi. Böylesine önemli ve tarihi bir mekan biraz özenle daha güzel çekici hale getirilebilir. Türkiye'de birçok tarihi mekanın bu ilgiye muhtaç olduğunu biliyoruz ama ben blogumda bu konuya ilk defa değiniyorum. Neden elimizdeki değerlere gereken ilgiyi gösterip, onları daha çekici hale getirip insanların bunlara olan ilgisini arttırmıyoruz? Arttırmayı geçtim, hamama giderken yol üzerinde yol tarifi istediğim birçok kişi hamamın varlığından habersizdi bile. Sağda solda insanımız tarihe değer vermiyor, biletler şöyle ucuz böyle cazip demeden önce yapılması gereken ilk şey budur şahsımca.

Referandum sürecinde CNN'de Cüneyt Özdemir'in beğenerek izlediğim "5n 1k"sının bir bölümünde konuk Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay'dı ve Cüneyt Özdemir bu konuyla alakalı bir soru sordu. Soru Doğu'da tarihi bir mekana olan ilgisizlik üzerineydi. Bakanımız bu mekanla ilgilendiklerini, bölgeyle ilgili gerekli çalışmayı yaptıklarını söyledi ve Türkiye genelinde geniş çaplı bir plan yapacaklarını belirtti. Her ne kadar bu işlerin şimdiye kadar çoktan planlanmış ve hayata geçmeye başlamış olması gerektiğini düşünsemde açıklamaları samimi bulmak istiyorum ve umutluyum. Çok daha duyarlı olabiliriz. Neden olmasın...

2- Ankara Kalesi;
Ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmemekle birlikte Romalılar, Bizanslılar hakimiyetinde kalan kale, 1073 yılında Selçukluların eline geçmiştir. 1101 yılında Haçlılarca ele geçirilen kale 1227 yılında tekrar Selçukluların hakimiyetine girmiştir. Selçuklular döneminde onarılan ve eklemeler yapılan kale Osmanlı döneminde 1832'de Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa tarafından onarımdan geçirilmiştir. (kaynak:http://tr.wikipedia.org)
Kaleye çıkarken Antalya'nın Kale İçi'ne benzettiğim sokaklardan geçerken orada oynayan çocuklar tarafından turist muamelesi gördüm. Çocuklar turistik bölgede oturmanın avantajını kullanarak İngilizce bile öğrenmişler, takdir ettim. Beni de "hello, hello" diye karşıladıktan sonra "money money" diyerek ekonomilerine katkıda bulunmamı istediler. Benim onlardan farklı olan İngilizce aksanımla verdiğim cevabı "laf yapma, iş yap" dercesine umursmadılar bile. Ama eğlendim, çocuklar benden sosyallerdi. Hatta çoğu modelliğe bile başlamış şimdiden. Benden biraz sonra gelen turist kafilesinin göz bebeği oldular, makinelerin flaşları onların üzerine patladı. Bilmiyorlar ki hangi bloglarda, hangi sitelerde meşhur olacaklar...
Kalenin müthiş bir manzarası var. Ankara resmen ayaklarınızın altında kalıyor. Ankara'yı bu derece geniş alabilen başka bir yer var mı bilmiyorum. Kaleye çıkarken biraz zorlandım ama değdi, iyi ki vazgeçip dönmemişim. Ayrıca kaleye çıkarken yolun sol tarafında bir kazı çalışması gördüm. Büyük bir alanda mühendisler ve stajyer olduklarını zannettiğim birkaç kişi çalışıyorlardı. Merak edip yakınlardaki birileriyle biraz muhabbet ettim ve buranın Antik Roma Tiyatrosu olduğunu öğrendim. Çalışmaya başlanalı yaklaşık3-4 yıl olmuş. Halka ne zaman açılacağını sorduğum zaman adam "sen de 5 ben diyim 15" dercesine elini salladı, bende tebessüm ettim "anladım" dedim.

Yolunuz düşerse gidin görün, tavsiye ederim. Ankara Kalesi görülmeye değer...

3- II. Türkiye Büyük Millet Meclisi(1924-1960);

Ankara'da en çok gitmek istediğim yerlerden biriside Eski Meclis Binası'ydı. Ankara'daki son günlerimde makinemin pilinide tazeleyip Eski Meclis'e tek kişilik bir gezi düzenledim. Gezinin tek katılımcısı olarak geziden büyük keyif aldım. Oturum salonunda, bu salonda yapılan konuşmalardan bazılarını dinledim ve kendimi o salonda milletvekili olarak haya ettim. Bu salonda ülke adına önemli ve ciddi kararların alındığını öğrendim öyle ki Türkiye'nin uluslararası saygınlığının artmasını sağlayan ve çok partili sisteme geçiş gibi tarihi kararlar bu salonda alınmış.
Resimde gördüğünüz cihazı danışmadan aldım. Kimliğime geçici olarak el koydular ve ücretsiz olarak bu elektronik cihaz bana rehberlik yaptı. Birkaç denemeden sonra rahatlıkla kullandım ve oldukça da faydalı oldu. Her odanın girişinde ve bazı bölümlerin yanında bu bölümlere ait numaralar var. Bu numaraları cihaz üzerinden tuşlayıp cihazı kulağınıza tutuyorsunuz ve o bölümle veya odayla ilgili ayrıntılı bilgi alabiliyorsunuz. Gayet başarılı...
Burası hakkında yazılabilecek çok şey var aslında; yapılan restorasyonlar, bir dönem Merkezi Antlaşma Teşkilatı'na (CENTO) tahsis edilmiş olması, hatıraları vs. ama amacım filmi anlatmak değil kısaca fragmandan bahsetmek. Filmin devamını merak edenler yerinde seyredebilir.

Atatürk'ün Nutuk'unda kullandığı mikrofondan özel eşyalarına kadar, Meclis yoklama defterinden diğer devlet yöneticilerinin eşyalarına kadar birçok görülmeye değer şey var.

Ankara'da olup da gitmeyenler ve Ankara'ya yolu düşenler için tavsiye edebileceğim bir yer. Görülmesi gereken, tarihimizde önemli bir yeri olan güzel bir miras.

4- Gençlik Parkı;
"Ankara nasıl?" diye soranlara ilk cevabım genelde "birsürü park var" oldu. Melih Gökçek sağolsun birsürü park yapmış, denizin eksikliğini de hissettirmemeye çalışmış. Ben bütün parklara gitmedim ama Kuğulu Park ve Gençlik Parkı gittiklerim arasında.

Kuğulu Park küçük, şirin, gerçekten kuğuların olduğu bir park. Özellikle akşamları oldukça kalabalık oluyor ve parktan başlayıp Tunalı Hilmi'de yürümesi zevkli.

Gençlik Parkı ise Ankara'nın en büyük parklarındandır heralde. Büyük bir havuzu var. Yeşillikleriyle, cafeleriyle, lunaparkıyla güzel vakit geçirebilecek bir yer. Ramazan'da büyükbir platform kurulmuş ve burada konserler, şovlar düzenlenmişti. Ayrıca çeşitli sergilerle, farklı programlarla akşamları çok yoğun oluyordu.

Gençlik Parkı'nın hemen arkasında da Basketbol Milli Takımımızın Dünya Şampiyonası grup maçlarını yaptığı Ankara Arena var. Melih Gökçek'in öve öve bitirmediği salon dışardan oldukça iyi görünüyor. Maalesef şampiyona başlamadan Ankara'dan döndüğüm için maça gidip içini görmek mümkün olmadı.
Yukarıda da dediğim gibi bunların yanında gitmek isteyip de gidemediğim yerler oldu. Bunların başında da Anadolu Medeniyetler Müzesi geliyor. Çok istemiştim ama olmadı, artık bir daha ki sefere.

İşte böyle geçti Ankara. Ankara'da gezecek yer bulamayanlar için ipucu olabileceğini düşünüyorum. Hep söylediğim gibi bir yerde mutlu olabilmek için mutlaka yeterli sebep vardır, önemli olan o sebepleri farkedip değerlendirebilmek.

Görüşmek üzere...

7 Ekim 2010 Perşembe

Blogun Kayıtlı Olduğu Mail Adresi Nasıl Değiştirilir?


2008'den bu yana blogumda keyifle yazıyorum ve bir terslik olmadıkça da yazmaya devam edeceğim inşallah. Bu yazımda değinmek istediğim nokta ise; blogumda yazmaya başlamamdan itibaren içimde bir gıcık olan, bana ekstra zaman kaybettiren ve üşengeçliğimden dolayı üzerinde durmadığım basit ama çözülmesi gereken bir konu; blogumun kayıtlı olduğu mail adresini değiştirmek...

2 yıl önce blogumu oluşturuken hotmail hesabımı kullanmıştım. Bunu neden yaptım tam olarak hatırlamıyorum, belki ilk başta blog kavramını pek önemsemediğimden veya dikkatsizliğimden oldu ama sonuç olarak bu hesabımı kullanmıştım. Hal böyle olunca diğer bütün google servislerini kullanmak için ve blogumu düzenlemek için 2 ayrı google hesabım vardı ve sık sık aralarında geçiş yapıyordum. Bu gereksiz vakit kayıplarından kurtulmak için blogumun kontrolünü de gmail hesabım üzerinden yapmak istiyordum. Uzun bir aradan sonra vakit ayırıp araştırdım ve bunu düzelttim. Bu şekilde bir değişikliğe ihtiyacı olan olursa vakit kaybetmesin, diğer işlerine daha fazla vakit ayırsın diye bunu nasıl yaptığımı paylaşmak istedim;

Diyelimki yıllar önce blogunuzu abc@hotmail.com üzerinden almıştınız ama artık "bu böyle gitmiyor" dediniz ve blogunuzu abc@gmail.com üzerinden yönetmek istediniz, yapmanız gerekenler;

1- Google'dan abc@hotmail.com hesabınızı açın ve blogunuzun yönetim paneline gidin.
2- Buradan "Ayarlar"->"İzinler" yolunu takip edin.
3- Bu sayfada gördüğünüz Blog Yazarları başlığı altındaki "YAZAR EKLE" butonuna tıklayarak geçmek istediğiniz hesabı yani abc@gmail.com'u girin ve "DAVET ET" butonuna tıklayın.
4- 3.adımdan sonra abc@gmail.com hesabınıza aktivasyon maili gelecek, bu linke tıklayarak yazarlık davetini onaylayın.
5- Daveti onayladıktan sonra, tekrar google abc@hotmail.com hesabınızı açıp blogger yönetim panelinize gidin ve tekrar "Ayarlar"->"İzinler" yolunu takip edin.
6- Burada yeni eklediğiniz hesap(abc@gmail.com) ve blogun kayıtlı olduğu hesapla(abc@hotmail.com) beraber iki tane yazar göreceksiniz. Yeni eklediğiniz hesabın yanındaki "Yönetici ayrıcalıkları ver" sekmesine tıklayarak hesabı yönetici yapın. Artık her iki hesabınızda yönetici yetkilerine sahip.
7- Artık abc@gmail.com hesabınızdan blogunuzu yönetebilirsiniz fakat eski hesabınız abc@hotmail.com da hala yönetici ve yazar haklarına sahip. Eğer isterseniz "yönetici ayrılıklarını kaldır" diyerek hesabınızdan yönetici hakkını, "kaldır" diyerek de yazarlık hakkını alabilirsiniz.
8- Eski hesabınızla blogunuzun ilişiğini süresiz olarak kestiniz, iyi bloglamalar...

Görüşmek üzere...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Yine Yeni Yeniden

Kısa bir aranın ardından tekrar beraberiz sayın okurlar. Yemediniz değil mi? Yemezsiniz tabi, Kurtlar Vadisi'ndeki reklam aralarından bile fazla ara vermişim bloguma. Çok ihmal ettim buraları, biliyorum ama bu hasret bu özlem, bu mahcubiyet belki daha da bağlanmamı, belki daha istekli yazmamı, belki de blogger'ın, google'ın sağladığı bu imakanın değerini daha fazla anlamamı sağlayacak bundan sonra. En azından ben öyle umuyorum...

Bundan önceki en son yazımı 21 08 2010'da yazmışım. Bu tarihten sonra yazmamamın sebebi hayatımda kayda değer birşeyler olmamasından değil, tempolu geçen yaz periyodu, klasik hareketli, saçma prosedürlerle uğraştığımız sezon başı ve tabiki üzerimden atamadığım tembelliğim. Özet olarak hesap verdikten sonra yazdan bu yana yaptıklarımı ve aklımda kalan enteresan zımbırtıları paylaşayım istiyorum.


2009-2010 sezonu bittikten sonra tatil yapmadan, tabiri caizse nefes bile almadan kendimi Ankara'da buldum. Bundan sonraki sürecin ilk on günününden ve bu süredeki kısa Ankara değerlendirmemden şu yazımda bahsetmiştim. Bu sürecin devamında da stajım ve kursum son derece tempolu devam etti. 13 Ağustos'ta 6 haftalık stajım ve 22 Ağustos'ta da 8 haftalık kursum tamamlanmış oldu.

Stajım son haftaya kadar gayet tempolu ve yorucu geçti. Bir süre Confluence ile ilgilendik. Confluence'nin araştırılması, yüklenmesi aşamasından sonra şirket içinde çalışanların kullanabileceği bir wiki uygulaması geliştirdik. Geliştirme aşamasında Confluence için plugin ve makro geliştirme konularına merak sardım. Wikinin genel formatını oluşturup içeriğini doldurduktan sonra Confluence ile işimiz bitmişti.

Confluence'den sonra yazılım testi ve kod standardlarıyla ilgili bir çalışmamız oldu. Şirketin(LST Yazılım) CMMI standardlarını sağlaması için kodlarda da belirli bir standardın olması gerekiyor. Bu yüzden bu standardı projelerdeki kodlarda sağlamak için neler yapabileceğimize baktık ve Eclipse'in Checklstyle plug-in'i gibi birkaç tool ile çalıştık.

CMMI etkili Unit Testing yapmayı gerektiren bir standard olduğu için Unit Testing üzerine araştırma yaptım. Unit Testing'in ASP ve Java'da nasıl yapılabileceği ve etkili Unit Test yazma yönetemleri üzerine bir rapor hazırladım. Farklı uygulamalarla bu işin pratiğini de görmüş oldum.

Bu yoğun tempoda insan ara ara değişiklik veya kendisini tekrar işe motive edecek unsurlar da arıyor. Bu
unsurlardan biriside Play Station odasıydı. Çalışanların büyük bir kısmı molaları sigara içmekle değerlendirirken biz PES kapışmalarıyla meşgul olduk.

Not1: Staj ararken bu noktaya dikkat etmenizi tavsiye ederim:)

Teknik olarak bu şekilde özetleyebilceğim staj sürecinde sağlık noktasında da tedirginlikler yaşadım. Hafta sonu aldığım kursunda akşama kadar bilgisayar başında geçmesinin etkisiyle günde ortalama 11-12 saate kadar bilgisayar başında duruyordum ve bu bir süre sonra gözlerimde kararmalara, tansiyon düşüklüğüne ve baş ağrısına neden olmaya başladı. Özellikle 1-2 gün arayla birkaç defa gözlerimin kararması ve uzun süre etrafımı bulanık görmem beni korkuttu. Bu kararmalardan sonra muayene olmaya karar verdim. Bu kararımı Dünyagöz Hastanesi'nden birileri hissetmiş olacakki, 15-20 gün içinODTÜ Teknokent bünyesinde çalışanlara üretsiz muayene imkanı vermek amacıyla tam donanımlı bir tır göndermişler. Bende bu fırsatı değerlendirip muayene oldum ve şükürler olsun ki beklediğim olmadı. Doktor gözlerimin iyi olduğunu ve kararmaların tansiyon düşüklüğünden olabileceğini söyledi. Bilgisayar başında çalışırken 45dk-1 saat aralıklarla mola vermemi, en azından ayağa kalkıp biraz yürümemi sıkı sıkı tembih etti. Teşekkürler Doktor Hanım... Teşekkürler Dünyagöz Hastanesi...

Not2: Sağlığının değerini bil, ama kaybetmeden!!

Not3: Bilgisayarın başında çok uzun süre kalma, sık sık ara ver ve baş, boyun egzersizleri yap!!


Yaz boyunca stajdan ve kurstan gezmeye pek vakit kalmadı ancak bulduğum kısa vakitlerde farklı yerler görmeye ve Ankara'yı gezmeye çalıştım. Türkiye'deki ilk olimpik buz pistinde buz pateni yaptım. Gençlik Parkı'ndaki etkinliklere katıldım. Tarihi mekanlardan birkaçını gezdim vs. Bu konuyla ilgili daha detaylı bir yazı yazacağım.

Staj bittikten bir hafta sonra kursumda bitti ve İstanbul'a döndüm. İstanbul'da işlerimi hallettikten sonra ailemin yanına Antalya'ya gittim ve oldukça uzun süren bu ayrılıkta son buldu. Bayrama kadar ailemle vakit geçirdim ve oruçların etkisiyle çok da dışarıya çıkmadım. Bayramdan sonra bol bol denize girdim, eski arkadaşlarımla buluştum, gezdim. Yoğun ve yorucu bir yazın üstüne bu tatil çok iyi geldi açıkçası.

Tatili bitirense yeni sezonun açılışı oldu. Nedense bu açılış beni çok fazla sevindirmedi. Öğrenci kayıt sistemimizin değişmesiyle kayıt ve ders seçimi işlemlerimiz işkenceye döndü. İlk hafta bu işkenceyle beraber öğrenci işlerinin hızlı işleyişiyle(!) öğrenci belgesi ve transkript gibi belgeleri almak için çadırlarımızı alıp öğrenci işlerinin önündeki koridora kamp kurduk. Zaten oradaki yoğunluğu ilk görüşümde Türk Telekom Arena'nın kombineleri acaba burda mı satılıyor diye düşündüm. Gerçi GS'nin bu gidişatıyla kimse kombine almak için sıra falan beklemez ama neyse...

2. hafta derslerimiz anca başladı ve okulun başladığına yeni yeni inanmaya başladık. Hatta şu anda 3.hafta içerisindeyiz ve bazı hocalarımız derslerine ilk defa geliyorlar, syllabusları yeni dağıtıyorlar. Olsun ne diyelim yeni sezon herkes için hayırlı olsun. Çok da uzatmaya gerek yok.

Not4: Çok konuşma, çözüm üret>(

Yaz başından sezonun 3.haftasına kadar olan kısmı kısacık(!) özetlemiş oldum. Yeni sezona tabiki yeni hedeflerle, yeni planlarla, daha ciddi düşüncelerle girdim. Şimdiye kadar hedeflerime ne kadar ulaştığım tartışılır tabiki ama her başlangıçta hedefler önemlidir ve beyaz sayfa her zaman insanın içini açar, yeni bir umuttur, yeni bir heyecandır.

Not5: Hedefe ulaş ve herkesi mahçup et!!

İyi bir sezon geçirmeniz dileğiyle...

Görüşmek üzere...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Işığı Yak - Blog Yarışması


Yine bir seçim arefesindeyiz. EVET'ler HAYIR'lar havada uçuşuyor. İnternette tartışma ortamları alevlenmiş, meydanlarda siyasetçiler cephelerini almış durumda. Benim için sıkıcı ama T.C. vatandaşı olduğum için bağımsız kalamadığım bir durum. Bağımsız kalamadığım kadarıyla bu konu hakkında bir yazı yazmayı da düşünüyorum ama sıkıcı tarafı erteletiyor her seferinde.

Bu konuyla alakalı internet sitelerinde , bloglarda vs. dolaşırken seçimle ilgili bir yarışmaya denk geldim. Jürleri arasında önemli yazarların bulunduğu yarışma hakkında birkaç detay şu şekilde;

Yarışma Hakkında
Anayasa Değişikliği konulu olarak düzenlenen Blog Yarışması'nda, halkın bu konudaki düşüncelerini paylaşabileceği ve yorumlayabileceği bir ortam hedeflenmiştir. Katılım için herhangi bir yaş sınırlaması olmayan yarışmaya konu ile ilgili blog hazırlayan herkes başvuru yapabilmektedir.

Başvuru
İnternette halka açık olarak yayınlanan bir veya birden fazla yazı ile yarışmaya www.blogyarismasi.com sitesi üzerinden başvurabilir. Yarışmacı yazısını www.blogyarismasi.com sitesine yükleyecek ve yazılar moderatör onayından geçtikten sonra yarışma sitesinde yayınlanacaktır.

Yarışma Takvimi
1 Ağustos 2010 - 31 Ağustos 2010 tarihleri arasında başvurular alınacaktır.
1 Eylül 2010 - 7 Eylül 2010 tarihleri arasında değerlendirmeler yapılacaktır.
8 Eylül 2010 tarihinde sonuçlar açıklanacaktır.



Blog Yarışması jürisi;
- N. Bengisu KARACA (Gazeteci, Yazar)
- Doç. Dr. B. Berat ÖZİPEK (Akademisyen, Yazar)
- Emre AKÖZ (Gazeteci)
- Ergun BABAHAN (Gazeteci)
- Etyen MAHÇUPYAN (Gazeteci, Yazar)
- Fehmi KORU (Gazeteci, Yazar)
- Prof. Dr. İskender PALA (Edebiyatçı, Yazar)
- Prof. Dr. Mehmet ALTAN (Akademisyen, Yazar)
- Nazlı ILICAK (Gazeteci, Yazar)
- Prof. Dr. Serap YAZICI (Anayasa Profesörü)
- Prof. Dr. Toktamış ATEŞ (Akademisyen, Yazar)
- Prof. Dr. Yasin AKTAY (Akademisyen, Yazar)

İlk aşamada yazılar aldıkları oy sayısı ve okunma sayılarına göre değerlendirilip, bu kategorilerde en yüksek sırayı alanlar jüri değerlendirmesine alınacaklar.

Yarışma dediysek ödülü de var tabi;

1.'ye Macbook Pro
2.'ye Macbook
3.'ye Ipad 3G


Seçim arefesinde kaleminize güveniyorsanız şansınızı denemek için iyi bir fırsat olabilir. Yarışmayla ilgili ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Katılımcılara başarılar.

Görüşmek üzere...

17 Ağustos 2010 Salı

Gelecek Kaygısı


Hep dert yanarız neden biz üretmiyoruz, neden bizim böyle markamız yok, neden Manchester United'da Real Madrid'de bizim futbolcularımız oynamıyor, neden hep alıcı biziz, birçok marka için pazardan başka birşey ifade etmiyoruz, neden, neden?

Sorarım size bu ülkede girşimcinin az olması, üretimin kıt olması veya olmaması, dünya çapında sporcularının olmaması çok normal değil mi? Çünkü bu ülke vatandaşlarının gelecek kaygısı var arkadaş. Bu kaygı bir insanın üzerinde ne kadar etkisini gösterirse o insanın yetenekleri, yaratıcılığı o kadar az kendini gösterir ve kullanılabilir. Çünkü girşimcilik, farklı şeyler deneme, sorumluluk alma riskli işlerdir ve bu riskli işlerin olumsuz sonuçlarında insanın yaşam standardları ciddi anlamda değişecekse, aç kalacaksa, ailesini geçindiremeyecek duruma gelecekse bu riske hiç bir insan oğlu giremez. İnsanın belli bir oranda dayanabileceği dayanaklar olmalı ki riskin olumsuz sonuçlarında hayatta kalabilmeli.

Benim ülkemde vatandaşın böyle bir dayanağı yok. Benim gelecek kaygım varken ben nasıl girşimci olabilirim. Girşimci olmam için babam fabrikatör mü olmak zorunda, aile holdingimiz olmazsa olmuyor mu, devletin kritik noktalarında dayım, amcam olmazsa ben içimdeki sporcu ruhunu uluslararası düzeyde sergileyemeyecek miyim? Başka seçenekler varsa bilmiyorum ama eğer yoksa maalesef bu ülkede bu işler böyle yürüyor. Bu oturmuş, kimsenin kolay kolay kazıyamayacağı sistem yüzünden ne olması gerektiği kadar ve kalitede girişimci var ne olması gerektiği kadar başarılı sporcu ne de olması gerektiği oranda kaliteli insan.

Ben bugün gerçekten işini iyi yapan, arkasından övgüyle bahsedilen insanların KPSS için kasmasını ve bir şekilde devlete kapak atıp, gelişimini köreltmeyi göze alarak(istisna birimler buna dahil değil) kendisini maddi anlamda garanti altına almak istemesine şahit oluyorsam, iyi niyetli ve alanında uzman insanların sırf devlette sağlam torpili olmadığı için şirketini kuramadığı ve kaliteli iş yapmasına bu sayede izin verilmediği gerçeğinden haberim oluyorsa ve benim dayılarımda asgari ücretle çalışan, amaçları çocuklarını okutup, ailesine ekmek götürmekten daha ileriye gidemeyen insanlarsa nasıl bu ülkede sahip olduğum yeteneği kullanıp, ülkeme sınıf atlatmak için birşeyler yapacağım? Devlet benden bunu gerçekten bekleyebiliyor mu?

Devletten destek alamadığımız gibi biz de vermiyoruz aslında yeteneklere. Geçen gün Galatasaray-Sivas maçını izlerken dikkatimi çeken birşey sinirimi bozdu. Teknik Direktör Rijkaard sağ açıkta maça çok az bir süre kala sakatlanan Serdar Özkan'ın yerine genç yeteneğimiz Emre Çolak'a o bölgede yer vermiş ve sanırım Emre'nin o bölgede ters ayak avantajını kullanmasını beklemişti. Maç içerisinde öyle pozisyonlar oldu ki genç Emre az adamla yakaladığımız Sivas takımının sol kanadında bulduğu büyük boşlukları kullanmayı denemeyip, çizgide etkili atak oluşturma insifiyatifini hiç almadı. Çünkü onun için topu ortaya çekip sol ayağıyla başka birisine garanti pas vermek daha az riskliydi ve böylece daha az hata yapmış olacak, futbol uzmanı eleştirmenlerimiz tarafından daha az taşlanacaktı. Hatta bu az riskli basit oyununa rağmen genç yaşında onu en çok destekleyenlerden biri olduğunu zannettiğimiz Arda abisi bile 1-2 hatası yüzünden hırpaladı genç Emre'yi. Bu yetenek bu şartlarda nasıl risk alıp çizgiye inecek, uzaktan vuracak, çalım deneyecek de Avrupa'da büyük takım oyuncusu olacak. Biz kredili davranabilsek, hata yapsın öğrenir diyebilsek, bu yeteneğin bu kaygıyı hissetmemesini sağlayabilsek daha farklı olmaz mı?

Evet birçok kişinin gelecek kaygısı var ve bizi inanılmaz derecede körelten bir unsur bu. Türkiye'de girişimci yokmuş, pardon ne bekliyordun?

Ne devlet yapması gerekeni yapıyor ne bizler. Bu işler bu şekilde yürüdükçe de hep alan, hep izleyen, hep çırpınan olacağız. Kimse bunun sonuçlarına şaşırmasın ve daha iyi şeyler beklemesin.

İyi bir hafta olması dileğiyle...